Kime?
Neden?
Nasıl?
Yazının başlığını okuyunca aklınıza gelebilecek sorular bunlar olabilir. Biraz açalım isterseniz.
27 Aralık 1939 da Erzincan ilimizde 33 bin insanımızın ölmesine neden olan 7.9 MW büyüklüğündeki depremi hatırlayan var mı? Sanmam!
Daha dünkü dediğimiz 17 Ağustos 1999 Gölcük merkezli Marmara depremini belki hatırlarız. 17.480 vatandaş hayatını yitirmiş ve milyarlarca dolar gayri safi milli hasıladan kaybımız olmuştu.
2003’ de Bingöl’de, 2004’de Doğubeyazıt’da, 2010 yılında Elazığ’da, 2011’de Van’da… Sonra yine 2020’de Elazığ ve İzmir’de kaç kişinin hayatını kaybettiğini hatırlayan var mı?
Günümüze gelelim mi? Kahramanmaraş merkezli depremler dün oldu. Hala acısını yaşıyor, enkazları arasında dolaşıyoruz. Bu depremin acıları tazeyken, televizyon kanallarından ve sosyal medyadan her türlü faaliyeti canlı izlerken insan olarak üzülüyor, tepki gösteriyoruz.
Ancak televizyonu kapattığımız, sosyal medyadan çıktığımız anda hepsi sona eriyor. Sanki o acılar kendi merkezlerinde yaşanmıyormuş gibi kendi özelimize, yaşam alışkanlıklarımıza dönüyor, konfor dairemizin rutinlerinde kayboluyoruz. Hiçbir şey yaşanmamış gibi unutuyoruz.
Bu ruh halini ve davranış biçimini sadece depremle alakalı durumlarda sergilemiyoruz. Doğal kaynaklı afetlerde olduğu kadar teknolojik ve insan kaynaklı afetlerde özelimizde çok yer kaplamıyor maalesef. Örneğin insan kaynaklı afetlerin bir numarası savaştır ve insanlık tarihinde her zaman var olagelmiştir. Ve maalesef devam ediyor. Birinci dünya savaşı, ikincisi ve bugüne kadar irili ufaklı milyonların hayatını kaybettiği onlarca çatışma… Sebebi belli ancak akıbetini tahmin dahi edemeyeceğimiz İsrail-Filistin savaşı…
Bütün bu yıkım, kayıp, ölüm ve trajedinin hayatımızda sahne tabi ki istemediğimiz durumlardır. Fakat bütün bunlar realite olarak yaşamımızın içerisinde sahne aldı, almaya da devam edecek.
Öyleyse bu olaylara karşı tepkimiz ne olmalı, nasıl olmalı? Bunlar hiç olmuyormuş gibi günlük konfor dairemizdeki rutinlerimize devam mı etmeliyiz? Yoksa bu acıları merkezimizde sürekli tutup, sırtımızdaki çuvala atarak taşıyacak mıyız? Tabi ki HAYIR!
Bu duruma medyatik kültür diyoruz. Yaşadığımız doğal kaynaklı afetler ve insan kaynaklı felaketleri tabi ki sürekli taşıyamayız. Ağır gelir ve bizi yorar. Yine depremler olacak, savaşlar çıkacak. Başka türlü afetler meydana gelecek, kayıplar yaşanacak, acılar çekilecek ama yine unutulacak. Bir televizyon dizisi kadar ömrü olmayacak bu olayların.
Unutmalı mı? Unutulmalı mı? Belki de EVET! Acıları sırtımızdaki çuvala koyup bir ömür boyu taşıyamayız. Ama sorun bu değil. İnsan sosyal bir varlık olarak kendisine, çevresine ve içinde bulunduğu doğaya yabancılaşmamalıdır. Bugün bu durumun zirvesindeyiz.
Nedir yabancılaşmak? Çevreye ve diğer insanlara neden kayıtsız kalırız? Bencilleşmek, Ötekileşmek ve Duyarsızlaşmak neden insanın tabiatında vardır? Faydası ve çıkarı olmayan hiçbir şeyle bağlantı kurmamanın alt yapısı nedir? Kendi dünyasından başka dünyayı önemsemeyen, tanımayan bu türün amacı nedir? Başka acıları, duygu ve düşünceleri hissetmemek nasıl bir ruh halinin tezahürüdür?
Yaşadığımız her türlü olayın anlam temelinde, bu soruların cevapları yatıyor. Kapitalizm dünyayı madde haline getirdi ve her şeyi maddi temeller üzerine inşa etti. Eşyayı öncülleyen, hatta ona tapan bu dünya görüşü, maddeci anlayışın ürünü haline dönen insanı kendisi yapan değerlere yabancılaştırdı. Dengemizi yitirdik. Yaşadığımız doğayla olması gereken ilişkimizdeki ölçüyü kaybettik. Kilo verebilmek için onlarca ilkeyi hayatında uygulayan insan, doğayla, insan ve en önemlisi diğer canlılarla olan bağının ilkelerinden uzaklaştı. Bu uzaklaşma bizim yaşamımıza onlarca hastalığı davet etti. Hastalıktan kurtulmanın en etkin yolu, hastalığa neden olan yaşam ve çevresel koşulları iyileştirmekten geçer. Kendisinden uzaklaşan insan bu tedaviyi nasıl uygulayabilir ki?
Kendisine yabancılaşan bu insan tipi, sahip olduğu maddi değerlerle kişileşmiş, bireyselleşmiş ve başkalaşmıştır. Ne kadar tüketme gücene sahipsen o kadar önemlisini yaşayan bu tür, doğayı neden önemsesin ki? Yaşadığı ortamda kendisinden başka hiçbir şeyi düşünmeyen bu insan tipinin geçmişi unutmamak, onanlara seyirci kalmamak, haksızlık ve hukuksuzluklara tepki göstermek gibi bir lüksü olabilir mi?
Depremlere denen olan Fay kırık demektir. Bizim fayları yerin altında değil, üzerinde dolaşan insanın kendisinde, gönlünde ve yaşamında aramamız gerekmiyor mu?
*
HÜSEYİN KANZA