Bilim insanları dünyanın en hızlı ve en akıllı bilgisayarını yapmışlar. Sonra da bütün dünyaya, bu bilgisayarın bilemeyeceği sorunun olmadığını ve böyle bir soruyu sorana çok büyük ikramiye vereceklerini ilan etmişler.
Bunu duyan her ülke kendi içinde yarışma düzenleyerek bir soru hazırlamış ve belirli bir günde sırayla soruları sormaya başlamışlar. Bilgisayar sorulan sorulara birkaç saniye ile birkaç dakika arasında yanıt veriyormuş.
Sıra ülkemizin temsilcisine geldiğinde bilgisayara yaklaşıp yazılı sorusunu bilgisayara okutmuş. Bilgisayar çalışmaya başlamış, bir dakika, bir saat derken akşam olmuş ve bilgisayardan dumanlar çıkmaya başlamış. Bilim insanları koşup bilgisayarı kapatmışlar. Bizimkine dönüp kazandığını bildirmişler.
Ödül töreninde grubun başkanı kulağına eğilip sormuş:
– “Ona ne sordun?”
Bizimki cevap vermiş:
-“Çok basit bir soruydu, ne var, ne yok? dedim.”
Bilim insanlarına göre zihnimizin tüm içeriği ya duyumdan ya düşünümden gelmektedir. Hatta duyumsamadığımız bir şeyi düşünemeyeceğimiz iddia edilir. Biz insanlar duyular yoluyla dış dünyadaki nesneleri algılar, sonra bunların üzerinde düşünürüz denir. Yani kişinin zihninde daha önce duyularına temas etmemiş hiçbir şey şekillenemez.
Yukarıda anlattığım kısa hikâye tabi ki gerçekten olmuş bir olay değildir! Ama zihnimizin nasıl çalıştığını öykülemek adına iyi bir örnek olduğu için anlattım. “At” ve “Boynuz “ dediğimde hepimizin aklına bir şeyler gelir. Ama “Boynuzlu At” dediğimde her ikisini birleştirip duyularımla biçimlendirmem gerektir. Çünkü biliyoruz ki böyle bir at yeryüzünde bu güne kadar görülmemiştir. Olmayan bir şeyi ancak duyularımız yoluyla kavrayabiliriz.
‘Bütün bunları anlatmadaki amacın nedir?’ sorusunu duyar gibiyim. Yaşadığımız birçok olayda sadece istatistiklere bakıyoruz. Rakamlarla düşünüp sonuca varıyoruz. Olayları konuşuyor, olguları hiç merak etmiyoruz. Afetlerin zararlarından, maddi ve manevi kayıplarından bahsediyoruz ama sebep – sonuç ilişkisini araştırmıyoruz. Analitik aklı devre dışı bırakıyor, basit, sıradan ve düz bir mantıkla hareket ediyoruz. Bu anlayış ve yaşam biçiminin ağır faturalarını ödüyor ve sorgulamıyoruz.
Yani kısacası toplumsal yaşamımızda aniden karşımıza çıkıp “Ne var, ne yok?” diyen her türlü afete karşı çaresiz kalıyoruz. Sorunun altında ezilip, iflas ediyoruz! Ve yenilmişliğimizin ödülünü bir sonraki afete saklıyoruz. Hadi kendimize soralım: Bölgende, yaşadığın il, ilçe, köy, mahalle, sokak, site, apartman ve evinde afete hazır mısın? Örneğin Depreme hazır mısın? Çünkü Türkiye coğrafyasının neresinde olursan ol bir gün sana da “ ne var, ne yok? “ diye soracaklar.
Afetsiz günler dileğiyle…
*
Hüseyin KANZA